Bu sefer rotayı bilinmeze çevirdik. 23 Nisan tatilini fırsat bilip nasılsa İstanbul boştur bir tık şehir dışı kaçamağı keşfedelim dedik ve direksiyonu Beykoz köylerine sallayalım dedik. Bu konuda internette pek bir şeye rastlamamak iyice keşif moduna soktu. Artık sora sora, yol nereye götürürse mantığıyla Beykoz’u keşfedebiliriz. Mükemmel bir rota olmayabilir ama keşfetme duygusu da bunu gerektirir. Doğa ile iç içe bir gün geçirmek istiyorsanız, orman yollarında sürüşü seviyosanız size göre bir rotamız var. Polonezköy’den başlayıp, Öğümce Köyü, Riva, Akbaba Köyü ve Anadolu Kavağı’nda sonlanan Beykoz lokal keşfine şöyle alalım…
Polonezköy
İstanbul boşalmıştır niyetiyle çıktığımız yolun Polonezköy kısmında anladık ki boşalmamış, hatta buraya gelmişler. Burası at çiftlikleri, kahvaltı bahçeleriyle meşhur ve bir kahvaltı etmek gerek diyerek buradan başladık. Ancak sabah 6’da falan gelmek lazım herhalde zira hiçbir yerde yer yoktu. Yolun kilitlenmesinden böyle bir şeyle karşılaşacağımız da belliydi ama yılmadık. Önce Stella’ya girdik, yer vardı, orman parkuruna açılan yoluyla, hamaklarıyla da gayet kafamıza yatmıştı ancak artık mangala geçtik kahvaltı servis etmiyoruz dediler. Tabii yolda saatler geçince 11’i bulmuştu. Ama bir tatil günü neden 11’den önce kahvaltı edelim ki? Özellikle kekleriyle öve öve bitirilemeyen Polina da listemizdeydi ama adam oraya da hayatta giremezsiniz dedi, denemedik. Leonardo var bir de burada bu civarın en lüks ve pahalı yeri, lokal mantığımıza uymadığı için eledik ama böyle kalabalık zamanlarda iyi hizmet istiyorsanız not edebilirsiniz. Çünkü yer bulduklarımızda da hizmet göremediğimiz için çıktık maalesef. Ayşe Teyze Bağ Bahçe’yi deneyelim dedik. Okuduğumuz yorumlara göre serpmede gelen şeyleri sınırsız tutması cebzetmişti ama gelin görün ki burası da rezervasyonsuz alamıyoruz dedi. Hemen yanındaki Park Bahçe’ye geçtik, ilginç bir şekilde boş masalar var ama çalışan yok belli ki. Ortasından dere geçen epey büyük yeşil bir yer, ambiyans güzel ama gerçekten 45 dakika bekledik ve kahvaltımız gelmeyince çıkıyoruz artık dedik durun bile demediler. Masalardaki sofralara bakınca çok da bir şey kaybetmediğimizi gördük. Bundan sonra yol kenarı gözlemeye razı olarak Polonezköy’ü terketmeye ve bir daha gelmemeye karar verdik lakin gözlemeye de rastlayamadık.
Öğümce Köyü
Rotamızda Öğümce Köyü vardı, gidelim sonuçta köy, karnımız doyar bir şekilde dedik. 20 dakikalık biraz ürkütücü bir yolda 3.köprünün ayağının oralarda köye ulaştık. Dizi dizi kahvaltıcılar bekliyorduk ama öyle bir şey olmadı. Karşımıza ilk çıkan ve muhtemelen oranın tek kahvaltı mangal bahçesi Nar’a girdik. Bomboş, küçük, yeşil bir piknik alanı. Ayşe Teyze güler yüzüyle karşıladı. Semaverimiz, köy yumurtamız önümüze serildi. Öyle süper bir köy kahvaltısı diyemeyiz. Ama Polonezköy faciasından sonra dünyanın en mutlu insanı olmamız için kuru simit bile yeterdi. İlgi, alaka da doyurdu zaten. Belki buraya kendin pişir kendin ye mantığıyla gelmek daha doğru olur. Ama kendi tavukları da varmış. Yazın bahçeden ürünlerle daha da çeşitleniyormuş. Üstelik Polonezköy’dekilerin yarı fiyatına sadece 25TL ödeyerek tok bir şekilde ayrıldık. Gitmeden Ayşe Teyze’ye köyde nereleri görelim diye de sorduk ama cevabı: “Köy işte” şeklinde oldu sonra anladık ki doğru bir şey söylüyor çünkü pek bir şey yok. Bir tane eski bir çınar vardı altından şifalı su akıyormuş. Böbrek taşı olanlara iyi gelirmiş. Onu arayalım dedik ağacı değil ama Çınar Market’i görünce dedik kesin çınar burada. Çınar olan bir mahallede ya Çınaraltı kahvesi olacak, ya bakkalı ya taksi durağı böyle bir kural var. Yanılmadık çınar tam yanıbaşındaydı. Çınarı bulduk suyu bulamadık bir türlü. Tabii ki duruma Çınar Market amca el attı ve çeşmeye indirdi bizi. Tatsız bir su ama, ölmedik, ömrümüz de uzamadı.
Öğümce Cam Ocağı
Bir sonraki durağımız Cam Ocağı Vakfı’nın yeri. Köyden beklenmeyen modernlikte bir yer. Cesur ve Güzel dizisinde Tuba Büyüküstün’ün oynadığı Sühan karakterinin atölyesi olarak da biliniyormuş. Hafta sonları atölyeler, workshop’lar oluyor. Biz ders alan birkaç kişiyi izledik, keyifli ve sabır işi bir uğraş gibi gözüküyor. Asıl güzelliği de bahçesi. Camdan eserlerle de süslemişler. Tam bahar şenliği yapılacak alan diyorduk ki 6 Mayıs’ta burada bir şenlik de düzenleniyormuş.
Riva
Belki bir sürü başka sevimli köy var ama biz yol nereye götürürse modunda olduğumuzdan madem Kıvanç Tatlıtuğ dizilerinden gidiyoruz çekelim o zaman Riva’ya dedik. Behlül ve Bihter’in kaçamak evinin olduğu sahil kasabası. O ev artık otelmiş ve 4X4 olmadan gidilmiyormuş, yoksa gideceğiz öyle bir kararlılık. Ama sahil görülesi. Copacabana kumları sanki upuzun denize kum üzerinden yürüyorsunuz. Muhit biraz muhafazakar olduğundan alkol satan bir yer bulmak bile güçtü. Ancak nehir tarafına bakan yerlerde dizi dizi balık restoranları var. Kalyon ve Köy Balıkçısı en meşhuru. Daha uyguna yiyelim ama alkol almayalım derseniz de meydanda bir sürü seçenek mevcut. Bizim için beach’te erik keyfi yeterliydi. Rakı Balık keyfimizi Anadolu Kavağı’na saklıyoruz ama burada da güzel bir gün batımı seyri var, not edilesi. Riva’ya inerkenki yolda da hep mangalcılar vardı. Beykoz’a geliyorsanız ya et ya balık yiyeceksiniz demek ki.
Akbaba Köyü
Hedefimiz Yoros Kalesi ama yol üzerinde Akbaba Köyü diye bir yer görüp içine daldık. Buranın aslında köklü bir tarihi varmış ama koruyamamışız. Ahmet Mithat Efendi’nin kütüphanesi varmış mesela artık su deposu dediler. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de köyün adı geçiyor. İstanbul’un fethinde önemli rol oynamış Gazi Ak Baba Mehmet Efendi tarafından kurulmuş, ismi de buradan geliyor. Kendisinin türbesi de burada. Beykoz’un meşhur cevizi de buradan gelirmiş. Kestanesi ve ceviziyle ünlüymüş köy. “Var mı?” dedik mevsimi değil diye bozdular. Ama yol kenarında teyzelerin el emeği ürünleri, yumurtalarından da almadan edemedik. Türbeyi ziyaret edip çıktık. Öğümce’ye göre biraz daha hayat olan bir köy diyebiliriz.
Yoros Kalesi
İstanbul’da değiliz de turistik bir yere gittik sanki. Yemyeşil yollarda tamamen google yardımıyla nereye gideceğimizi seçip ilerliyoruz. Gün batımı saati de yaklaşıyor. Bu güzel ışıklı zamanda bir İstanbul- Karadeniz seyrine Yoros Kalesi’ne çıktık. Burada bir de müthiş manzaralı mezarlık var. Kalenin içine giremiyorsunuz, etrafını da dönemiyorsunuz ama tüm heybetiyle sizi karşısına dikiyor. Boğaz girişini kontrol etmek için inşa edilmiş. Ceneviz Kalesi olarak da biliniyor ama Cenevizliler değil Doğu Romalılar tarafından yapılmış. Rumelikavağı tarafında da benzeri bir başka kale var. Anadolukavağı’nın tepesinde yer alıyor burası da. Vakit geçirmek isterseniz bir de kafe var kalenin altında.
Anadolukavağı
Rumelikavağı’nı görmüştüm ama Anadolukavağı daha başka türlüymüş. Yazlık bir sahil kasabası edasında bir yer. İlk iletişim kurduğumuz lokal otoparkçı abimiz Yosun Restoran en iyisidir, daha ekonomik ama manzarasız takılmak isterseniz de Kayıkhane’ye gidin dedi. Tam gün batımında gelmişiz, onlarca km kat etmişiz tabii ki Yosun’u tercih ettik. Manzara muhteşemdi. Masayı tam donatamasak da tüm mezeler, balıklar leziz gözüküyordu. Ortam da pazar keyfinde, maç izleyelim, rakı balık yapalım diyen lokallerle doluydu. Balık olarak kalamar, istavrit yedik gayet güzeldi. Polonezköy’ün acısı en güzelinden burada çıktı. Şehre uzak olmasa gerçekten sık sık gelmek isteyeceği bir yer insanın.